atatürk ve din

anitkabir_panaromik

arkadaşlar hemen hemen tüm atatürkle alakalı tartışmada ilginçtir konu mutlaka atatürk ve dine gelir bugün buradan da ulaşabileceğiniz, daha önce de bir yazısına yer verdiğim kemal abiden çok güzel bir mail gelmiş ; atatürk ve din konusunda aklınızdaki-aklımızdaki birçok soruyu yanıtlayacak gibime geliyor….

Atatürk’le ilgili bu zamana kadar dini anlamdaki görüşlerini içeren ve bana gönderilen en güzel yazıyı herkesle paylaşmak isterim..Yazı bizatii özel izinle kaynağından derlenmiştir,,Bu paylaşımından dolayı Prof:Dr.Neda ARMANER hocamızın ellerinden öperim..Kemâl…
Prof. Dr. Neda ARMANER

“Atatürk ve Din” konusunda böyle bir yazı hazırlığında bulunurken şu gerçekle karşilaştım.

Atatürk hayatı boyunca pek çok konu üzerinde durmuşlar, söylev ve demeçlerde bulunmuşlardır. Örnegin tarih, hukuk, askerlik, sanat, dil alanlarında ve yurdun sosyal sorunları üzerinde onun düşüncesini yansıtan belgeler bu gün elimizdedir. Ancak, bütün bu belgeler arasında biz Atatürk’ün din ve dine ilişkin, yani İslâm dini, lâiklik, hilâfet ve irtica üzerinde yapmış oldukları konuşmaları bir araya getirdiğimiz zaman, açıkça şunu görmekteyiz:

Atatürk’ün, bir yurt sorunu olarak en çok üzerinde durdukları, açıklamalarda bulundukları konu din’dir, din alanıdır.

Atatürk deyince onun yanında çagrisim yaptığımız ilk şey, onun modern bir Türkiye için düşünüp uyguladığı inkılâplardır. Ve diyebiliriz ki son yarım yüzyılda Türkiye’nin geçirdiği enerji dolu tarihinin en önemli olayı da lâikliğin ilanıdır. Çünkü, bu başarılı teşebbüs, teokratik görüş yerine akılcı, modern bir zihniyetin çigirini açmış ve böylece diğer yeniliklerin yerleştikleri adeta bir fon görevini taşimıştır.

Atatürk bu önemli hareketin önderligini yaparken dini inanca ve duygulara karşi saygı ve bağlılığını pek çok vesile ile açıkça göstermiştir. Bu konudaki en belirli deyimi yine onun şu sözlerinde bulabiliriz:

“Lâiklik prensibinde ısrar ediyoruz. Çünkü milli iradenin ve insanlığa mal olmuş değerlerin belki de en mukaddesi olan din hürriyeti, ancak lâiklik prensibine bağlanmakla korunabilir.”

Bir başka fırsatta şu açıklamayı yapıyorlar:

“Lâiklik yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan ve ibadet hürriyetlerini tekmil etmesi demektir. Ona göre düzeltiniz.”

Biz burada lâiklik prensibinde ne demek istediğini yeterince belirtmeye çalistiktan sonra, asıl Atatürk’ün hayatı boyunca çesitli vesilelerle din ve özellikle İslâm dinine ilişkin beyanlarına, söylev ve demeçlerine kısaca değinmek istiyoruz.

Bilindiği gibi, bir kimsenin dini duyguları ile çevresi arasında sıkı bir ilişki vardır. Atatürk de Müslüman bir aile içinde yetişmiştir. Küçük yaşta babasını kaybetmesine rağmen annesinin yanında ilk dini bilgilerini almıştır. Gençliğinde de şüphesiz, okuldaki bu dersleri takip etmiştir. Kendisini bir kumandan, bir lider olarak gördüğümüzde, maddi kuvvetin yanında manevi kuvvetin gereğini ve değerini daima etrafına yansıtmıştır.

Milli kurtuluş hareketlerine girişmek için Samsun’a çikacagi günün gecesi annesi ve kız kardeşinin hayır dualarını alarak yola çikan Atatürk, Erzurum kongresinde irad ettiği nutukta, sözlerini şöyle bitiriyordu:

“ En son olarak niyaz ederim ki, Cenab-ı Vahib’ül Âmâl Hazretleri, Habibi Ekrem hürmetine Necip milletimizi muvaffak buyursun. Amin.”

Sivas Kongresinin açış konuşması yurdun ve ulusun kurtuluş ve yükseliş amacında başarı kazanmasını Tanrıdan dilemekle başlar.

T.B.M.M.’de hükümet kurulduktan sonra da, “Cenab-ı Hakkın Avnü İnayayeti bizimledir” der.

Atatürk’ün Kocatepe’de yaptığı şu duayı da Yaveri Muzaffer Kılıç şöyle anlatır. “26 Ağustos’ta Kocatepe’de bizim topçu ateşimiz başladığı zaman, Mustafa Kemâl,

“ Yarabbi! Sen Türk Ordusunu muzaffer et… Türklüğün, müslümanlığın, düşman ayakları altında esaret zincirinde kalmasına müsaade etme!.” O anda gözlerinden birkaç damla yaşin süzüldüğünü gördüm.”der.

Atatürk, Milli Kurtuluş savaşinı kazanmakla büyük Türk Milletini ve vatanını yok olmaktan kurtardığı kadar, islam aleminin de bekçiliğini yapmıştır. Bu büyük zaferden sonra kuracağı Türk Devletinin bekası için süratle devrim hareketlerine girişen Atatürk, din ile değil, dinimize musallat olan BATIL İNANÇ VE HURAFELERLE, DİNİMİZİ BİLHASSA SİYASİ BİR KAZANÇ OLARAK KULLANMAK İSTEYEN ÇIKARCI ZİHNİYETLE SAVAŞMIŞTIR. Bu çikarci zümre aynı zamanda Türkiye’nin yönetim şeklinin Cumhuriyet oluşundan ve kesin atılımlarla batı uygarlığına yönelmesinden memnun olmayanlardır. Bunlar lâikliği kendi açılarından tefsir edip propagandalara girişenlerdir. Atatürk, bunların halkın üzerindeki sinsice telkinlerini etkisiz bırakmak için her fırsatta halka hitabetmişlerdir. İslâm dini, lâiklik, hilâfet ve irtica konusunda ayrı ayrı açıklamalar yapmışlardır.

1 Mart 1924 günü Atatürk, T.B.M.M. ‘nin ikinci dönem birinci toplanma yılını açarken, lâiklik ve gericilik konusunda şunları söylüyor:

“ Çevresi içine girmekle mutluluk duyduğumuz İslâm dinini, yüz yıllardan beri alışılageldiği üzere bir siyaset aracı olmaktan kurtarmanın ve yükseltmenin şart olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve Tanrısal olan inançlarımızı ve vicdanlarımızı çaprasik ve değişken olan ve her türlü çikarlarin ve tutkuların belirmesine sahne olan siyasetten ve siyasetle ilgili her şeyden bir an önce ve kesin olarak kurtarmak ulusun ve ahiret mutluluğunun emrettiği bir zorunluktur.”

Büyük nutkunun 431. Sayfasında şu ifadelere rastlarız. “Bunca sırlar olduğu gibi, kavimlerin cehlinden ve taassubundan faydalanarak, binbir türlü siyasi ve şahsi maksat temini için, dini alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların, içerde ve dışarıda mevcut oluşu, bizi bu zeminde söz söylemekten ne yazık ki henüz mustangi bulundurmuyor. Din hakkında ihtisas ve bilgiyle her türlü hurafelerden kurtularak, gerçek ilim ve fennin nurları ile arınıp mükemmel oluncaya kadar, din aktörlerine her yerde rastlanacaktır.” diyor Atatürk.

Atatürk, nasıl ki yeni Türk alfabesinin kabulüyle, bir muallim, bir ögretmen gibi tahta başina geçmiş, ögretim fiiline önderlik etmişse, dini eğitim alanında da görev alanların yolunu çizen ve bu alana sadelik ve saflık getiren örnek beyanlarda bulunmuştur. Onun din konusunda bir meşale tuttuğuna bizzat inandığım içindir ki, 14 yıl önce Ögretmen Okulları için yazmış olduğum Din bilgisi ders kitabının ögretmene hitap eden girişini şu sözlerle bitirmişimdir:

( Konular, fanatizme ve dar kalıplara düşmeksizin bilgi çerçevesinde açıklanacaktır. Kişinin kendi din pozisyonlarına eklenen çevre etkileri çesitli ve peşin yargı ve düşüncelere yol açabilir. Ancak sistemli bir din ögretimi içinde fikirlere ölçülü ve ortak bir yön veren, tereddüt veya hurafeden alıkoyan ögretmen olacaktır.

“Öğretimde inkılâp her şeyden önce ögretmenin kafasında başlar”

“Fikirler, anlamsız safsatalarla dolu olursa, o fikirler hastadırlar. Yine toplum hayatı, akıl ve mantıktan yoksun, faydasız ve zararlı bir takım inançlar ve geleneklerle tıkanmış olursa, felce uğrar. “ diyen Atatürk, dini eğitim ve ögretimde gerekli olanı herkesten önce işaret etmiş bulunmaktadır.)

Atatürk’ün hareket noktası, millet için olan dini, milletin vicdanlarından ayrı bir müessese haline getirmemektir. Onun bir yurt gezisinde Balıkesir’e uğradığı vakit 7 Şubat 1923’de Paşa Camiinde okudukları hutbe, bütün erkanıyla özlü, tam bir hutbedir. Ata’nın İslâm dini hakkındaki görüşlerini yansıttığı bu örnek hutbe din görevlilerine bir yol, bir yöntem gösterme niteliğindedir. Bu bakımdan beyanlarının bir kısmını burada belirtmek istiyoruz.

“ Ey millet Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmeti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamber efendimiz hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur ve resul olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur ki Kur’an’ı azimüşşamdaki husustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir, ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen uyuyor. Eğer akla, mantığa, hakikate uymamış olsaydı bununla diğer ilahi ve tabii kanunlar arasında aykırılıklar olması gerekirdi. Çünkü, bütün keveni kanunları yapan Cenab-ı Haktır.

Arkadaşlar! Cenab-ı Peygamber mesaisinde iki dara, yani iki haneyi malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı.

Efendiler, camiler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, ibadet ve taatle beraber din ve dünya işleri için neler yapılmak gerektiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihnen başlı başina faaliyette bulunması elzemdir.

İşte biz de burada din ve dünya için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben, yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Milli emeller, milli irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin meyvasından ibarettir. Binaenaleyh benden ne ögrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.”

Atatürk bundan sonra halkın suallerine cevap vereceğini söyleyerek minberden inmiştir. Gaziye halk tarafından yirmi sual sorulmuştur. Bunların hepsini tesbit eden Atatürk hutbeler hakkındaki soruyu şöyle cevaplandırmıştır:

Hutbeler hakkında sorulan sualden anlıyorum ki bu günkü hutbelerin tarzı, milletimizin fikri, hisleri, dili ve medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmemektedir. Efendiler! Hutbe demek halka hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım manalar ve mefhumlar çikarilmalidir. Hutbeyi irad eden hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zaman-ı saadetlerinde hutbeyi kendisi irad ederlerdi.

Gerek Peygamber Efendimiz, gerek Hulafeyi Raşidinin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki gerek peygamberin, gerek Hulefayi Raşidinin söylediği şeyler o günün meseleleridir, o günün askeri, idari, mali ve içtimai hususatıdır.

İslâm ümmeti çogalip İslâm memleketleri genişlemeye başlayınca Cenabı Peygamberin ve Hulefayı Raşidinin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye bir takım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde ileri gelenlerin en büyüğü idi.

Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çikar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için ne söylemek gerekiyorsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lâzımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması. Halkı, umumi ahvalden haberdar etmek son derece ehemmiyetlidir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı faaliyet halinde bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddedecek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir.

Ancak, millete ait işleri milletten gizli tuttular. Hutbelerin halkın anlamayacağı bir dilde olması ve onların da bugünkü icabet ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, halife ve padişah namını taşiyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindir.

Hutbeden maksat, halkın aydınlatılması ve doğru yolun gösterilmesinden başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hutbeyi okuyanın herhalde halkın kullandığı dili kullanması lâzımdır.

Geçen sene B.M.M.’de irat ettiğim bir nutukta demiştim ki, “minberler halkın dimağları, vicdanları için bir feyz membaı, bir nur membaı olmuştur. Böyle olabilmesi için, minberlerde aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşilması, fenni ve ilmi hakikatlere uygun olması lâzımdır. Hatiplerin siyasi ictimai ve medeni ahvali her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat verilmiş olur. Binaenalyh hutbeler tamamen Türkçe ve zamanın icaplarına uygun olmalıdır. Ve olacaktır.”

Atatürk’ün yurt gezilerinde de Türk halkına, dinin gerçeklerini sırası geldikçe anlatmakta idiler.

Atanın Adana seyahatlerinde, Adana esnafıyla yaptığı konuşmasında şöyle buyurduklarını görürüz;

“ Muhterem sanatkârlar, aziz arkadaşlar, bizi yanlış yola sevkedenler, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve mal’anetten gelmiştir. Onlar her türlü hayırlı hareketi, dinle karşilarlar. Halbuki hamdolsun hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız, artık bütün dinin icaplarını, dinin yasaklarını ögrenmek için, şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile bize dinimizin esaslarını anlatmaya kafidir. Buna rağmen, hafta tatili dine mugayirdir gibi sözler hakkında sizi iğfal ve idlale çalisan habislere iltifat etmeyiniz. Milletimiz içinde hakiki ciddi alimler vardır. Milletimiz bu gibi alimleriyle müftehirdir. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin güvenine mahzardırlar. Bu gibi alimlere gidin, bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz deyin. Fakat umumiyetle buna da ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için, herkesin elinde bir miyar vardır. Bu miyarla hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz.

Hangi şey ki akıl ve mantığa, milletin ve İslâmın menfaatine muvafıksa, kimseye sormayın o şey dindir. Eğer bizim dinimiz akla mantığa uygun bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, dinlerin sonuncusu olmazdı.”

Atatürk, Hilafet ve Saltanat hakkındaki diğer bir konuşmasında da dinin siyasete alet edildiğinden müteessir olarak şöyle tekrar ederler:

“İnanıp bağlanmakla mutlu olduğumuz İslâm dinini yüzyıllardan beri alışıla geldiği gibi bir siyaset aracı haline düşürmekten kurtarıp, yüceltmenin pek gerekli olduğu gerçeğini görüyor ve biliyoruz. Kutsal ve Tanrısal olan inanışlarımızı, inan ve vicdan işlerimizi karışık ve değişik olup her türlü çikarlarla hırsların belirdiği yer demek olan siyasetten, siyasetin bütün kıpırdanışlarından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak ulusun bu dünyada olduğu gibi öteki dünyadaki mutluluğunun da gerektirdiği bir zorunluluktur. Ancak böylelikle İslâm dininin yüceliği belirmiş olur.”

Atatürk, dine sonradan girmiş, birer ortaçağ kalıntısı meskenet yuvaları haline gelmiş olan Tekke ve Zaviyelerin kapatılması gereğine de değinerek şöyle buyurur:

“ Efendiler, Ey Millet! Biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru tarikat, medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için şarttır.” “Bugün ilmin, fennin, bütün şumuli ile medeniyetin parlak ışıkları karşisında, filan veya falan şahsın irşadı ile maddi bir huzur, saadet arayacak kadar iptidai insanların Türkiye Medeni camiasında mevcudiyetini asla kabul etmiyorum.”

İslâm dini hakkında bizlere eğitsel ilke veren bir konuşması da şöyledir:

“Bizim dinimiz, en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için, akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır. Müslümanların toplumsal hayatında hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak ögrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetlerini, imanını ögrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”

Bu gün Anıtkabir’de Atatürk’e ait kitapları inceleyenler, bu kitaplar arasında Türk ve İslâm tarihlerinin büyük yer tuttuğunu görürler. Bu kitaplar üzerinde Atatürk’ün kalemiyle bir takım işaretleri, önemsenen ibareleri altındaki çizgileri ve bir takım notları açıkça izleyebilirler. Biz burada İslâm Tarihi üzerinde Atatürk’ün mühimseyip bazı belirli işaretler koydukları metinlerden örnekler vereceğiz.

“Hz. Muhammed öyle bir tabiat ile doğmuştu ki, bu tabiatlarında hissiyatın kuvveti galiptir.”

“İnsanların mefkureleri ne kadar yüksek ise ve yapmağa azmettikleri şeylerde ne kadar muvaffak olurlarsa o kadar büyük olurlar. Muhammed de büyük bir insan olmuştur.”

“Din, Allah’ın insanları idare ettiği kanunlardan ibaret idi.”

“İslâmiyet, ancak cezire tül Arabın hudutlarını aştığı ve gayrı Arap akvamı tahd-ı inkıyadına aldığı gün hakiki bir din, itikad edilmiş bir iman haline geldi.”

Yukarıdaki bazı pasajlar dahi Atatürk’ün gerçek ve saf din inancı hakkındaki görüşlerini yansıtmaya yeter olan açık belgelerdir. Atatürk kendi hayatında sahte dindarlığa, din bezirganlarına karşi mücadele kapısını açmakla gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını sağlamıştır. Atatürk’ün açtığı bu yolu engellemek ve zaman zaman karıştırmak isteyenler, gözlerinden henüz perde kalkmamış olan ilkel fanatiklerden başka kimseler olamazlar.

Son sözü, yine Yüce Atatürk’e vermek istiyorum,

“Mes’ut inkılabımızın aleyhine fikir ve his taşiyanları aydınlatmak ve irşad etmek, münevverlere düşen milli vazifelerin en mühimi ve en birincisidir.”


Yayımlandı

kategorisi

,

yazarı:

Yorumlar

Bir cevap yazın